Bilmediğimiz veya tanımlayamadığımız tehditlere karşı endişe hissederken, kaynağını bildiğimiz veya anladığımız tehlikelerden korkarız. Endişenin içinde kontrol olgusu yoktur fakat korkunun içinde kontrol olgusu vardır. Kendimizi korktuğumuz şeye karşı konumlarız. Yani savaş ya da kaç refleksi gösteririz.
Toplumun bütün bireylerini, hatta bütün dünyayı eşit derecede tehdit eden bir tehlike ile karşı karşıyayız. Korkuyoruz ve de dünya üzerinde kaçabileceğimiz güvenli bir yer olmadığını da biliyoruz. O halde savaşmak zorundayız. Peki bizi nasıl bir savaş alanı bekliyor?
- Politik olarak dünya genelinde ekonomik anlamda daha fazla devlet müdahalesi bekleniyor. İş insanlarının “yeni normal”de veya “yeni şimdi”de bu müdahalelere hazır ve uyum sağlayabilir durumda olması gerekiyor. Toplumlar ve ekonomiler kendilerini toparlayana kadar bir süre daha korumacı, ulus devletçi trendin takip edileceği öngörülüyor.
- Ekonomik boyuta bakıldığında, Dünya Ticaret Örgütü Başkanı Roberto Azevêdo’nun aktardığına göre 2020 Dünya ticaret hacminin iyimser senaryoda %13, kötümser senaryoda %32+ daralması bekleniyor. Türkiye ekonomisinin salgının etkisinden en az zararla kurtulabilmesi için Mayıs sonundan itibaren, aktif vaka sayısının kontrol edilebilir seviyelerde tutulabilmesi, Haziran sonu itibariyle de ekonominin normale dönmesi gerektiği öngörülüyor.
- Sosyo-kültürel açıdan bakıldığında birçok konuda ezberlerimizi bozmamız gerektiği ortada:
Salgın, bizleri sağlık ve hijyen anlamında belki de daha önce hiç olmadığımız kadar duyarlı hale getirdi. Salgın sonrası dönemde de bu duyarlılığın devam edeceğini ve çalışanın fiziksel ve ruhsal sağlığı, organizasyonların odaklanmaları gereken temel konulardan biri olacak. Dayanışma, birlikte başarma, iş birliği ve hesap verebilirlik gibi yetkinlikler daha fazla öne çıkarken, geleceğin liderlerinde esneklik, adapte olabilme ve en önemlisi empati kurabilme becerileri tercih sebebi olacak.
Bunlara ek olarak, salgının bize hatırlattığı en çarpıcı konulardan biri de güven oldu. İş yerlerimize geri döndüğümüzde kendimizi güvende hissedebilmemiz için organizasyona, müşterilerimize, tedarikçilerimize, çalışma arkadaşlarımıza güvenebilmemiz, en kritik ihtiyaçlarımızdan biri olarak ortaya çıkıyor. Tüketici davranışları boyutunda da güvene dayalı müşteri bağlılığının çok daha fazla öne çıktığını görüyoruz. Yani müşterisinin güvenini zedeleyen kurum, aynı müşteriyi tekrar kazanamama tehlikesi ile karşı karşıya. Tarihte belki de ilk defa, ipler tüketicinin elinde.
Tahmin edilebileceği üzere devletlerin taahhüt ettiği ekonomik yardımlar, tüm dünyada, insanların sırtına vergi yükü olarak binecek. Yeni vergi yükümlülükleriyle beraber insanların vergilerinin nereye gittiğini daha fazla sorgulaması bekleniyor. İnsanlar vergilerinin toplum yararına kullanmasını bekleyecekler ve talep edeceklerdir. Bunlar, organizasyonların ve yatırımcıların değerler konusunda daha ihtiyatlı davranmalarını sağlayacak, şirket değerleri, laftan ibaret olmaktan çıkacaktır.
Bu salgın, Y ve Z kuşaklarının gördüğü en büyük kriz olmuştur. Dolayısıyla bu jenerasyona dahil olan bireylerin tutumlarında derin ve tahmin edilemeyebilen değişiklikler olma ihtimalini gözden kaçırmamamız gerekiyor.
Salgın, krize hazırlıklı olma, sistem esnekliği ve dayanıklılığı, sosyal eşitsizlik, sosyal dayanışma, sağlık hizmetlerine erişim gibi konularda global farkındalıklar yarattı ve yaratmaya devam ediyor.
- Teknoloji açısından da geldiğimiz son durumu gözden geçirecek olursak;
Salgın öncesinde de kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkan dijitalizasyon, salgın ile beraber iş yapış biçimlerimize daha da dahil olarak, olmazsa olmaz bir fenomen haline geldi. “Yeni şimdi”, bu savaşta hayatta kalmak isteyen her kurumu, dijitalleşmek zorunda bırakıyor. 2021 yılı, Dijital Varlık Savaşı olarak tanımlanmaya başlandı bile. Bu zorunluluk, beraberinde siber güvenlik konusunu da fazlasıyla düşünmemizi gerektirecek gibi görünüyor.
Kriz sırasında yeni, “smart” iş yapış biçimlerini (uzaktan çalışma, online sanal toplantılar, seyahat kısıtlamaları vs.) tecrübe ettik. Salgın sonrasında da bu “smart work” biçimlerinin kalıcı olacağı öngörülüyor.
Şirketlerin, ekosistemlerine yetenek, beceri, yetkinlik, yeterlilik anlamlarında yeni paradigmalara kayması gerekiyor. Adapte olan, çevik, öğrenen, esnek, inovatif ekosistemler oluşturmalılar. Bunun farkında olan organizasyonlar öğrenme süreçlerini basitleştirip, hızlandırıp, kendi otomasyonlarını yaratmaya başladılar bile...
Toplumun salgın sürecinde ve salgın sonrasında, güçlenmeye devam eden yeni duyarlılıkları sayesinde, organizasyonlar toplumla entegre olmak istiyorlarsa çevresel konularda artık çok daha dikkatli olmak zorundalar. Organizasyonlar “yeni şimdi”de, toplum nezdinde kazanmak zorunda oldukları “güven”i kazanmak istiyorlarsa, zararlı atıklar, geri dönüşüm, iklim değişikliği, çocuk işçiliği gibi konularda tutarlı bir tavır inşa ederek iyi niyetlerini kanıtlamak zorundadırlar.
- Son olarak yasal anlamda, sağlık sigortası kapsam ve ücretlerinde değişiklikler hem çalışan sağlığını hem ekonomik büyümeyi destekleyecek yeni, rasyonel düzenlemeler olası görünüyor.
Peki, bu savaştan en az zararla çıkmak için ne yapmamız gerekecek? Bize önerilen onlarca şeyin hangi birini yapacağız?
Devamı önümüzdeki haftaya…